Mr. Crowley'nin Doğumu
Tanrıça kadar soğuk bir Aralık akşamı.
Canım sıkılıyor ve dışarı çıkıyorum. Yağan kar, ufak
bir sis oluşturmuş şehirde. Kafamın içinde bir müzik var ve sözlerini
duyuyorum. Bir kısmını hatırlıyorum ama. Sanırım, iki dizesi şöyle olmalı:” Mr.
Crowley, what went down in your head,Mr. Crowley, did you talk to the dead?”
Ellerim üşüyor ve üzerime giydiğim kahverengi, biraz da eski montun ceplerine
sokuyorum. Ellerim daha da üşüyor. Soğuğun etkisini azaltmak için salgısını
arttırmış burnum akıyor. Ucu da kırmızıdır diye düşünüyorum. Hızlı adımlarla
yürüyorum. Gittikçe hızlanıyor adımlarım. Titreyen ve yatacak sıcak bir yer
bulmak için çabalayan köpekleri görüyorum. Kafamı çeviriyorum mecburen; benim
de kalacak yerim yok çünkü. Hızlanan adımlarım, ısıtıyor biraz da olsa. Geniş
bir yoldan yürüyorum ve bu yolda gözümü alan farlar, kulağımı tırmalayan
kornalar ve insanların o iğrenç, yüksek sesleri yok. Zemin, hızla giden bir
arabanın ani freniyle ısınamıyor diye üzülüyorum. Yürümekten başka çarem yok.
Yürümezsem, donabilirim. Ne kadar süre yürüdüğümü bilmiyorum. Yerde kırık bir
şişenin cam parçalarını görüyorum ve almak için eğiliyorum. Aldığımda yüzümü
görüyorum. Sonra, saçlarımdan çıkan, ancak kaynayan bir suda görülebilecek
buharı fark ediyorum. Uzun süredir yürüdüğümü anlıyorum. Doğrulmadan, kırık cam
parçasını aldığım yere koyuyorum.
Doğrulduğumda, basıncın etkisiyle daha fazla üretilen
ter damlacıklarının alnımdan süzüldüğünü hissediyorum. Kirli montumun sağ
koluyla siliyorum yüzümü ve alnımı. Yüzüm kirlenmiş olmalı; fakat aldırış
etmiyorum. Üzerimi düzeltip, devam ediyorum yürümeye. Kulağımdaki müzik,
kendini ayyaşların türkülerine* bırakıyor. Isınmak için yaktıkları ateşi de
görüyorum üstelik. Yürüdükçe, ses daha iyi geliyor. Düşünüyorum, hangisi daha
iyi diye. Ah kararsızlık. Yanlarından geçerken, bir şey söylüyorlar. Çok
yuvarlak konuştukları için anlamıyorum. Selam verdiklerini sanıyorum. Soğuktan
morarmaya yüz tutmuş sağ elimi çıkartıyorum ve onlara doğru kaldırarak; fakat
onlara bakmayarak, yürümeye devam ediyorum. İçtikleri şarabın içinde bulunan
alkolün ilk olarak kılcal damarları daraltarak onları ısıtacağını ve daha sonra
alkol miktarı arttıkça, alkolün bir takım hormonları uyararak kılcal damar
geçirgenliğini arttıracağını ve sabaha kalmadan sızıp, donarak öleceklerini
düşündüğümde aniden duruyorum ve yanlarına gitmek için dönüyorum. Yanlarına
giderken, şarap içtiklerini nereden bildiğimi sorguluyorum.
Yanlarına gittiğimde içtiklerinin şarap değil kanyak
olduğunu görüyorum. Üç kişi var. İkisi yerde yarı yatar pozisyonda oturuyorlar
ve altlarında kalın ve bazı yerleri ezilmiş; fakat kirli uzun mukavva olduğunu
görüyorum. Biri ayakta karanlığa doğru işiyor ve sidiği buharlaştıkça, kokusu
burnuma kadar geliyor. Kar tabakasında ince bir delik de oluşturduğunu tahmin
ediyorum. Yerde duran avare kılıklı adamlar şaşkınlıkla bana bakıyorlar.
Şaşkınlıklarını gizlemek için ellerindeki kanyak şişelerini, ikisi birden aynı
anda bana doğru uzatıyorlar. Ateşe doğru yaklaşıyorum ve topuklarımın üzerine
oturarak, sol elimi kanyak şişesine sağ elimi ateşe doğru uzatıyorum. Kanyağı
alıyorum ve irice bir yudum alıyorum. Dilimdeki papillalar ölene kadar ağzımda
tutuyorum, yutmuyorum. Nefes alıp vermemi zorlaştırınca boğazımdan yavaşça
süzerek yutuyorum. Kanyak yemek borumdan mideme giderken ayrı, mideme indiğinde
ayrı hissettiriyor kendini. Bir yudum daha aldıktan sonra şişeyi geri
veriyorum. Biraz ısınıyorum, sadece biraz. İşeyen adam otururken haşır huşur
sesler çıkarıyor. Biraz utanarak bana “Kâğıt parçaları, soğuktan koruyorlar
adamım” diyor. Montunun sol cebinden zulaladığı gümüş renkli; fakat tenekeden
yapılma kabı çıkartıyor. Dişleriyle açıyor ve kapağını bir kenarı atıyor. Su
gibi içiyor kanyağı adeta. Ellerimi ısıttıktan sonra; pek de ısınmış
sayılmazlar, soğukken vücudunuz sıcak bir şey elinize değdiğinde uyuşma hissine
benzer bir hisle, kalkıyorum.
Dolunayın önünden çekilince bulutlar, bulunduğumuz
yerin bir mezarlık olduğunu anlıyorum. İrkiliyorum aniden. Bunu gören avare
arkadaşlarım, gülüyorlar. Mezarların üzerinde isimler beliriyor. Fosforlu yeşil
bu isimler. İsimleri tek tek okumaya çalışıyorum; Mrs.Layne, Mr.Rob… Ve uzaktan
fosforlu sarı gibi gözüken bir mezar dikkatimi çekiyor. Bu mesafeden ne
yazdığını okuyamıyorum; korkarak, yanına gidiyorum. Gördüğüm isim karşısında
bir kez daha irkiliyorum. Mr. Crowley yazıyor. Aniden, mezar parlıyor ve
retinam rahatsız olmaya başlıyor. Kolumla gözlerimi kapatmaya çalışıyorum. Soluma bakıyorum bir süre. Vücudum fazla
epinefrin salgılamış olacak ki kalbim göğüs kafesimi zorluyor ve damarlarımdan
geçen hayat sıvısının, damar çeperlerinde meydana getirdiği sürtünmeyi
hissediyorum.. Işık yok olunca, kolumu
indirip, mezara doğru dönüyorum; bir sırrın bakış açısından esinlenerek.
Gördüğüm manzara karşısında donup kalıyorum. Karşımda bembeyaz bir atın
üzerinde kuzguni renkte giyinmiş, uzun kızıl saçları olan bir kadın görüyorum.
Mr. Crowley'in mezarından bir kadın çıktığına inanamıyorum. Biraz da trajik
geliyor. Çok kısa bir süre sonra; koşuyor atlı kızıl kadın. Hâlâ Mr.Crowley
diyemiyorum ona. Merak ederek, biraz da içgüdüsel olarak peşinden koşuyorum.
Yer parlıyor ve yanıyor adeta. Ay'ın ışığı altında büyük bir sarsıntı meydana
geliyor. Toprak, güzel bir kelebeğin sahip olduğu zarafetle, görkemle bir
şekilde kabarıyor. Ufak bir tepe meydana geliyor. Atlı kızıl kadını, o tepede
görüyorum. Koşacak gücüm kalmıyor. Kadın bana bakarak, “Neyi bekliyorsun
şeytanın çağrısını mı?” Cevap veremiyorum. Zaman olması gerekenden daha
akıcıymış gibi geliyor. Sesimi tepeye kadar ulaştırabilmek için tüm gücümle
avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Neyi kastediyorsun? Yüzü beyazlaştığında
gülümsemesini görebiliyorum. Aniden yok oluyor.
Tepe hala duruyor. Birkaç kez daha güçlü bir şekilde
bağırıyorum. “Neyi kastettiğini bilmek istiyorum.” diye. Cevap kendi sesim
oluyor. Dolunayın önünü kaplıyor bulutlar yine. Gece daha da grileşiyor.
Parlayan mezarlar yok oluyorlar. Sıradan bir mezarlığa dönüşüyor burası. Avarelerin
seslerini duyuyorum yeniden. Arkamı dönüp, hızlı bir şekilde koşuyorum. Mezarın
başına geldiğimde, açık olduğunu görüyorum. Korkmadan, biraz da iç güdüsel
olarak, mezarın içine giriyorum. Avareler görünüşleri değişmiş halde mezarın
başına geliyorlar. Kırmızı tenleri ve tamamı beyaz olan gözleri var.
Üzerlerinden sıcak bir şey akıyor. Tam filmlerde hayal edilen gibi. “Behemoth!”
bu kelimeyi duyuyorum sadece, bir manifesto ya da kutsal gibi geliyor. Ellerinden
çıkan ufak cisimle üzerime toprak atıyorlar. Üşümem kesiliyor, toprak sıcak.
Nefes almakta güçlük çektiğimi hissediyorum; doğum sonrası sancı gibi. Üstüm, tamamen
toprakla kaplandıktan sonra, bir cümle duyuyorum, gece dostça yaşanmış bir
ilişkiden sonra: “Yüce Lucifer sizi korusun Bay Crowley.”
*Ballad