İSİMSİZ: ÇATI KATI
Bir çatı katı, burası. Binanın
son katı olmasına rağmen, ışık, fazla girmiyor. Muhtemel nedenleri vardır
tabii. Güneş almayan kısımda bulunuyor olabilir. Perdeler çekili olabilir.
Camların ışık geçirgenlik katsayısı yüksek olabilir veya camlar kirli olabilir.
Işık, odadaki pencereden girdiğinde duvarda, eşit aralıklarla duran ve hepsinin
gölge boyu aynı olan şekiller oluşturuyor. İlk akla gelen, buranın bir
hapishane olduğu. Fazla ışık almaması da burçlarla doğrulanabiliyor; fakat
burası bir hapishane değil. Çatı katı. Burada yaşıyorum. Tek oda. Kaç metre
kare olduğunu bilmiyorum, ilgilenmiyorum da zaten. Gıcırdayan bir yatak, tek
kapağı kırık bir dolap ve üzeri zımparalanmış bir masa. Masanın üzerinde antika
bir daktilo. Teksir kâğıtları. Bir
lamba. Koruma haznesi kırık bir pikap ve altında üç beş plak. Hepsi bu kadar.
Günümün her saati burada geçiyor.
Doğduğumdan beri hiç çıkmamışım gibi geliyor bana. Kimseyi görmüyorum. Kimseyi
duymuyorum. Ben uyurken yemek bırakılıyor kapının altındaki delikten. Kirli
eşyalarımın yerine, temiz olanları geliyor. Kâğıt ve mürekkep bırakılıyor
arada. Sorgulamıyorum. Bana zarar vermedikten sonra bunları kimin yaptığının
önemi yok. Odamda bir ayna yok, ayna
gibi kullanabileceğim hiçbir şey de yok. Bu odada yapabileceğim şeyler sınırlı.
Sinirleniyorum ve yazmaya başlıyorum. Saatlerce, günlerce. Kâğıtlar birikiyor
odamda. Yazmaya devam edersem ve kimse bu kâğıtları odamdan almazsa yaşam
alanım daralacak ve sonunda ya yazamayacağım ya da kâğıtlar yok olacak. O anda,
kıyafetleri getiren kişinin, kâğıtları götürmesini diliyorum. Zaman geçiyor.
Götürmüyor.
Kâğıtlar birikiyor, yazmaya devam
ediyorum. Sonunda benim yok etmem lazım diyorum, kendime. Yemeyi teklif
ediyorum, kendime. Birkaç tekliften sonra buluyorum ne yapacağımı. Her gün fark edilmeyecek kadarını atarım
diyorum, kendime. Camdan aşağı. İhtiyaçlarımı karşılayan kişinin, kâğıtların
birden eksilmesine nasıl tepki vereceğini düşünüyorum. Belki sinirlenir, belki
öldürür, belki hiçbir şey demez. Peki ya düzenli olarak gelen kâğıtların
odadaki kâğıt miktarını artırmaması tanımadığım bu kişiyi sinirlendirmez mi?
Kağıtları karışık olarak yere bırakırsam, miktarın artıp artmadığını anlamaz.
Ben de bir süre rahat bir nefes alırım. Ayrıca, ben uyanıkken değil de uyurken
içeri girmesi benden korktuğunun göstergesi.
Camdan aşağı atacağım. Böylece,
odamdaki kâğıt miktarı hep sabit kalacak. Yeni kâğıtlar geliyor nasılsa. Sorun
yok, karar verildi. Uygulamaya yarın başlıyorum. Peki ya yazdıklarımı
atacaksam, yazmamın ne anlamı var diye sorguluyorum kendimi. Cevap basit: bir
amaç ya da okunmaları için yazmıyorum. Yazmayı sevdiğim için ve bu lanet olası
yerden çıkamadığım için yazıyorum. Sadece yazıyorum. Ne zaman bırakacağımı
bilmiyorum. Belki ölünce. Belki, yarattığım onca şey içimdeki bilgiyi ve
yaratıcılığı tüketince. Neyse, bunları düşünmenin bir anlamı yok nasıl olsa.
Sadece yaz ve onları at. Yarın başlıyorum. Şimdi uyumalıyım, yoruldum; bugün bu
olayları düşünürken ve yazarken. Uyuyacağım dediğim de 3-4 saat bir şey. Uzun
süredir iyi bir uyku çekmiyorum. İngiliz beyefendilerin pazarları yaptığı gibi.
Uyudum.
Üç saat sonra uyandım. Ne kadar
uyuduğumu nerden bildiğimi sorguluyorsun eminim. Zaman, o ihtiyarın dediği gibi
göreceliyse ya da bazı şeyler göreceliyse, her şeyi göreceli hale
getirebilirim. Burası benim bölgem ve bu odanın içindeki kurallar bana ait.
Bazıları, hariç tabii. Onları da umursamadığımı söyledim. Uyandığımda, temiz
eşyalar, kâğıtlar ve biraz da yemek gelmişti. Aynı tabakta yumurta, domuz
jambonu, biraz soya fasulyesi, hardal ve elma aromalı bira. Yemekler önceden daha fazla olurdu. Herhalde,
ne kadar yediğimi hesaplıyor getiren kişi; ama bir insanın her gün aynı
miktarda besin tüketeceğini neden ya da nasıl ön görür ki bir insan. O
getirdiğine göre, sorgulama hakkım yok. Oturuyorum masanın başına. Işık
vurmuyor yine. Lambayı açıyorum. Yarısından biraz daha fazlası aydınlanıyor
odanın. Ve daktilonun üzerinden bej rengi olan bezi kaldırıyorum. Belki toz
tutmuştur, rengi beje dönmüştür. Bu sorgulamaları bitirdikten sonra, başlıyorum
yine yazmaya. Biraz yazıyorum.
Yordu yine. Belki yazmamalıyım.
Ama yazmazsam çıldırabilirim. Belki de çıldırmışım haberim yok. Kağıtları
atmaya bugün başlayacaktım. Unutmuşum. Yazdığım miktar on dört sayfa. 14 sayfa
alıyorum eskilerinden ve atıyorum aşağıya. Bakıyorum, on dört sayfanın ardından. Ne
zaman karışacaklar diye doğaya.
Ertesi gün göremiyorum onları.
Yoklar. Bu kadar çabuk mu? Belki rüzgâr
uçurmuştur onları. Belki de gerçekten bu kadar çabuk karışmışlardır doğaya.
Merak. Hükmü altına alıyor beyni. Kâğıtları
atmam için başlıyorum yazmaya. Boş kâğıtları atsana ahmak, dediğinizi duyar
gibiyim. Yeni kâğıtların gelmeme ihtimali var. O yüzden atmıyorum asla, boş kâğıtları.
Atmıyorum.
On iki sayfa yazmışım bugün; düne göre daha iyi, daha
dolu. Bana göre. Atıyorum onları da, izlemeye koyuluyorum. Rüzgâr, hırçın
darbelerle savuruyor onları. Uzunca bir
süre bakıyorum camdan dışarı. Ayakta durmaktan yorulmuş bir haldeyim. Masanın
başındaki, son verniklenmesinin üzerinden çokça süre geçmiş sandalyeyi
alıyorum, camın kenarına. Oturuyorum. Başımı duvara yaslıyorum. Birkaç saat
daha geçiyor üstünden.
Biri geliyor, alıyor onları. Genç
biri. Yaşı göreceli. Ben ondan daha yaşlıyım en azından öyle hissediyorum.
Ayrıca, saçlarında beyazlar da yok. Okuyup okumadığını, beğenip beğenmediğini
merak ediyorum. Kâğıtları düzene sokup, sırt çantasına koyuyor onları.
Her gün yazıp, atıyorum. Her gün, istemeden kaldığım yerden devam
ediyorum. Bazı günler 3-4 sayfa bazı günler 14-15 sayfa. 20 sayfayı hiç
bulmadı. Bulmayacak da.
44 günün sonunda,
Geçtiğimde son satıra.
-Son- yazıyorum.
Bitiyor.
Günler, yavaş geçiyor ve
normalden fazla uyuyorum. Göreceli olarak. Tamam diyorum, bu kadar. Yine atmaya
başlayacağım. Yazdıklarımı atmam için, bir şeyler yazmam gerek. Yazmam için,
öncekilere ne olduğunu ve alan kişinin beğenip beğenmediğini sorgulamaktan
vazgeçmem gerek. Zor olsa da
dizginliyorum, benliğimi. Yeniden yazıyorum, ulaşıyorum. Bazıları, ulaştığım bu
noktaya Nirvana diyor, bazıları zihindeki algı kapılarının açılması olarak
nitelendiriyor. Bense, onlarla aynı fikirde olmama karşın huzur diyebiliyorum
buna.
Yazdıklarımı atıyorum. Yine beklemeye
koyuluyorum. Belki bu sefer başka biri gelir, alır, okur. Gelip, alıyor, okuyor
ve buruşturarak atıyor. Beğenmedi, diye düşünüyorum. Sinirleniyorum biraz da.
Bir yazarın tüm kitaplarını nasıl sevdiğini sorguluyorum. Aklım bulanıyor.
Yazdıklarımı atmamaya başlıyorum. Birikiyorlar.
Bu. Bunlar, benim yazdıklarım ve
attıklarım. Kâğıtları kontrol ediyorum.
Her biri aynı yazılmış. Kitabın son sayfasındaki son söz dikkatimi çekiyor. Her
yazar, hayatı boyunca, aslında, tek bir kitap yazar. Kitabın önüne bakıyorum.
Benim ismim yazmıyor. Boş bir alan var, dilediğini yazabilirsin buraya der
gibi. Biraz hayal kırıklığı var. Biraz da memnuniyet. Hayal kırıklığım var,
çünkü benim yazmış olduğum kitap belki de başka bir isimle sunulacak. Belki
değil, kesin öyle olacak. Memnunum, çünkü yazar kısmına kendi adımı kendim
yazacağım hem de yazdıklarımı birden çok kişi okuyacak. Saatlerce Boş kısma
baktım. Adımı yazmamayı düşündüm. Hatırlayamadığım kadar uzun süredir bu
odadayım ve dışarı çıkmıyorum. İsmimi yazmanın saçma olduğunu düşündüm.
Yazmadım. Kitabı, sonuna kadar okuyorum. Çevirdiğimde son sayfayı bir zarf
görüyorum. Zarfı koyan kişi yazdıklarımı, kitaplaştıran kişi. Zarfı açıyorum ve
içindeki kağıdı alıyorum. Düzgünce katlanmış bir kâğıt bu. Kâğıdı açıyorum. İlk
kısmı oldukça düzgün yazılmış, fakat son kısımları düzensiz, kötü bir yazı. Kâğıtta,
şunlar yazıyor:
Bayım,
Sizi tanımıyorum ve siz de beni tanımıyorsunuz. Kitabı, size ben ulaştırdım.
Yazmış olduğunuz metnin, matbusuna sahip olmak ve onu okumak hakkınız. Bu
yüzden, size getirdim. Kitabın öyküsünü de anlatmak isterim. Yağmurdan iki saat
sonra dışarı çıkmış ve taze toprak kokusunu ciğerlerime doldurarak yürüyordum.
Uzunca bir süre yürüdüm. Şu anda bulunduğunuz apartmanın önünden geçerken yerde duran kağıtları gördüm. Onları aldım ve
okudum. Oldukça beğendim, lakin bunlar
belirli bir metnin giriş kısımlarıydı. Ve ben gerisini merak ediyordum. Diğer
sayfaların etrafa dağılmış olabileceğini ayrımsadıktan sonra etrafta bu metnin
devamını aradım. Bulamadım.
Ertesi gün, yine geldim. Başka kâğıtlar vardı. Çok heyecanlanmıştım.
Bir süre, onları alıp evde okumayı teklif ettim kendime. Kendime engel olamadım
ve alıp okudum, diğer metnin devamıydı ya da en azından ben öyle olsun istedim
ve inandırdım kendimi. Her gün sayenizde hem yürüyüş yaptım hem de bu güzel
metni okudum. Kırk dört günün sonunda, son yazıyordu, son satırda. Çok
etkilendim, metinden. Metin bittikten sonraki günler de geldim. Aldım ve
okudum. İlk sayfanın aynısıydı. Açıkçası biraz sinirlendim. Benimle alay
ettiğinizi düşündüm ve buruşturup attım. Sonraki günler de gelmedim. Bir süre
düşündüm bunun hakkında ve metni, kitaplaştırma fikriyle seviştim. Hiçbir
bölümüne müdahale etmeden bir yayınevine gittim. Yayın kurulunun çok meşgul
olduğunu ve bana geri döneceklerini söylediler. Biraz ısrardan sonra, bir hafta
gibi bir süre sonra arayacaklarına dair söz aldım. Bir hafta geçmeden aradılar.
Metni çok beğendiklerini ve onlardan başka bir yayın evinde kopya gönderip
göndermediğimi sordular. Göndermemiştim. Bunu duyduklarında, hemen telif hakkı ve
sözleşme için yayın evine çağırdılar. Apar topar çıktım evden. Ofislerine
gittiğimde, beni büyük ilgiyle karşıladılar ve detayları konuştuk. Yüklü bir
para teklif ettiler. Kitaba çok güveniyorlardı. İki problem vardı: Kitap ismi
ve yazar ismi. İkisi de yoktu. Sizin adınızı bilmiyordum. Kendi adımı da
veremedim. Biraz, adama oynayarak, “Kitap ismi de yazar ismi de olmayacak.
Alanlar, kendi isimlerini ve kitap ismini kendileri yazabilecekler. Böylelikle,
kitap inanılmaz bir ilgi görecek ve sürekli yeni baskı yapmak zorunda
kalacaksınız. Cebiniz parayla dolacak” dedim. Bunu çok beğendiler. Kitap
basıldı ve ilk haftadan dört bin adet sattı, bayım. Artık çok okunan bir
yazarsınız. Yazdıklarınızı atmamanızı dilerdim. Böylece, kendiniz
basabilirdiniz. Her neyse, Kitabın yüz kadar kopyasını kendim aldım ve değerli
eş dostlarıma dağıttım ve matbaadan çıkan no:1’i size getirmeye karar verdim.
Bulunduğunuz mekana gelip, kapıdan geçmek istedim. Böylece sizinle tanışma
fırsatı da bulacaktım. Ne yazık ki kapı kilitliydi. Giremedim. Bir çilingir
çağırıp, kapıyı açtırdım. Ve üst katlara çıkmaya başladım. Bu apartmanda sizden
başkaları da yaşıyor gibi gözüküyor dışarıdan; lakin birden fazla kişinin
yaşadığı bir apartmanda kapı kilitli olmaz ve çalınan zillerden en az bir tanesi
kapıyı açar. Yukarıya çıkarken toplam yirmi bir kapı saydım sizinkiyle beraber.
Aşağıda, yirmi adet zil vardı. Dolayısıyla, sizin açmamanızı anlıyorum.
Apartmanın içi rutubet kokuyor bayım. Havalandırmaları açtım. Bu apartmanda
yalnız yaşıyorsunuz. Dışarıya çıkıyor musunuz bilmiyorum ama böyle bir
apartmanda yalnız yaşamak, kolay değil. Neyse, konumuzu dağıtmayalım. Çatı
katınıza geldiğimde bir takım engellerle karşılaştım. Çatı katına çıkan bir
merdiven yok. Gizli bir asma asansör var. Taşıyıp taşımayacağından emin
olamayarak çıktım oradan, katınıza. Bir kapı ve altında bir delik. Daha çok
kedi ve köpeğin girip çıktığı bir delik gibi. Kapınızı dakikalarca tıklattım
ama cevap vermediniz. Dışarıda olduğunuzu düşünerek bir süre bekledim. Gelen
giden olmadı. Ben de, kitabın içinde bulunduğu paketi delikten içeri fırlattım
ve oradan ayrıldım. Mektubun son kısımlarını daireniz önünde tamamlıyorum.
Bunları bilmeniz gerek.
Yeni bir şeyler yazmak isterseniz, yeniden aynı yere atın ya da
bulunduğunuz yerden çıkın, zarfın önünde adresim yazılı. Gelmek isterseniz,
beklerim.
Sevgilerle,
Marquéz.
Bu satırları okuduktan sonra bir
başkasının yazdıklarını okumanın mutluluğu içinde uyuyorum. İlerleyen günlerde,
yemek ve kıyafet gelmiyor. Açlıktan bitap düşmüş bir şekilde kapıya
yöneliyorum. Kapıyı açmaya çalışıyorum, açılmıyor. Daktiloya yöneliyorum. Ve
başına oturuyorum. Marquéz bir gelirse ve beni bulursa diye ona şöyle bir not
bırakıyorum
Sevgili Marquéz,
Kitabı yayınlattığın için
teşekkür ederim. Seninle tanışmak isterdim. Uyuyorum. Sanırım, uyanamam.