Tavan Arasında Unutulan Tahta Atın Üzerindeki Korku: Beyaz Manto
Sabah olmuş. Yazı beklerken yağan
Nisan yağmuru, okyanus iklimini sıcaklığına düşürmüş havanın sıcaklığını.
Sosyal medyada “Kış geri geldi.” , “Mikail akıllı ol.” ve hatırlamadığım paylaşımları
okuduktan sonra, popüler kültürün insanları nasıl yönettiğini henüz idrak
etmişken, su ısıtıcımın sesini duydum ve
kahvemi yaptım. Hava, eşine ancak İngiltere’de ya da Amerika’nın kuzeybatısında
rastlanabilecek kadar kasvetliydi. Kahvemi alıp, odama geçtim. Bugün, hafta içi
boş olan tek günümdü ve bunu değerlendirmem lazımdı. Kahveyi masanın üzerine
koyarken, kulpu koptu ve okumaya hazırlandığım kitabın üzerine döküldü. Havanın ağırlığı, hareketlerimi de
ağırlaştırmıştı. Kitabı, havaya kaldırdım. Bir miktar kahve aktı, tamamı değil.
Birazını, kitap içmişti. Umursamadan, kitaptan akanla birlikte masada bulunan
kahveyi sarı bir bez yardımıyla sildim. Kitabın önsözünü okumadan, içindeki
hikâyeleri okumaya başladım. Dışarıda inceden bir yağmur başlamıştı. Yağmur,
okunacak metin, kahve varsa; dördüncüyü tamamlamak lazım geldiğini biliyordum. Erik
Satie’nin Gnossienne ve Gymnopédies
serilerini çalma listeme koydum ve çalma tuşuna bastım.
Yağmur, şiddetini arttıracak, diye düşündüm.
Ardından; yağmur… Büyük özgürlük, yağmur, ıslanmayı bilenler içindir, tümceleri
döküldü ağzımdan. Metni okumaya başladım. İlgimi çekmişti. Yazar, güzel ayrıntılarla bezemiş metni. Modernist
bir yazar, dedim. İlerledikçe, ayrıntıların yanında hikâyenin içinde boşluklar
da olduğunu ayrımsadım. O halde, bir post-modern yazar olmalıydı. Sahi, yazarın
adı neydi? Kitabın önyüzüne baktım, Oğuz Atay yazıyordu. İlginç, adını hiç
duymamıştım. Okumayı sürdürdüm. Bir yaz günü, beyaz bir manto giyen adam.
Yerleşik değerleri reddeden ve onlara karşı kendini, susarak savunan bir adamdı.
Yazar, basit kelimeler kullanmış; lakin anlatımın arkasındakileri ayrımsamaya
başladığımda, kahvenin soğukluğu ya da yere inen göğün akıbetinden tamamen
soyutlamıştım kendimi. Beyaz mantolu adam turist sanıldı, küfürler yedi. Buna
rağmen, aldırış etmedi. O, istediği beyaz mantonun içerisinde memnundu. Diğerlerinden farklı olduğu için gördüğü
baskı, onu ilgilendirmiyordu. Var olan yollardan değil, kendi açtığı yoldan
ilerliyordu. Bu yolda, biraz sigara sattı, biraz da kibrit… Vitrinde manken
olarak durdu. Farklılaşmış birini görmek insanların hoşuna gidiyordu; o farklı
kişinin bulunduğu mağazadan alışveriş yapmaları, insanlara, gereksiz bir tatmin
sağlıyordu. O, bu popülerliğe aldırış etmeden, ayrıldı oradan. Kaçtı. Ne kadar
baskı görürse görsün, farklı olduğu yüzüne ne kadar vurulursa vurulsun devam
etti yoluna. Kendini ve derdini anlatamadığı için girdi denize; en iyisi yok
olmak, dedi, kendi kendine. İnsanlar, onun ardından gitmedi, gitmeye çalışan
bıyıklı genç de baskıyla durduruldu. Kayboldu. Bıyıklı genç, dayanamayarak ve
baskıya aldırış etmeden, ardından gitti; lakin her şey için çok geçti,
bulunamadı. Belki de beyaz mantolu adam
bıyıklıydı ya da bıyıklı genç beyaz manto giyiyordu…
Yeni bir fincan kahve gördüm masamın üzerinde.
Ne yaptığımın farkında değilim. Derken, evin çatı katından gelen fısıltıları
duydum. Kedidir o kedi. Hafif bir tebessümle devam ettim, okumaya. Okuma, kısa
sürdü. Merakım ağır bastı ve merdivenlere yürüdüm. Merdivenlerden ağır ağır
çıkarken merdivenler kulaklarımı tırmalayan sesler çıkarıyordular. Hızlı
çıksam, tırmalamayan; fakat rahatsız edeci bir ses çıkacaktı. Kendimi ne kadar rahatsız edebileceğimi
görmek adına yavaşça çıktım. Üç dakika sürmüştür, sanırım. Rahatsız olmuştum,
ama beyaz mantolu adam rahatsız olmamam gerektiğini söylüyordu. Çatı katının
kapısını açtığımda rahatsız oldum. Bir kedi… Haklı olmanın bana bu kadar
rahatsızlık vereceğini düşünmemiştim. Kediyi süzdükten sonra, kapıyı kaplumbağa
yavaşlığında kapadım. Kahvem soğuyordu.
Aşağıya indim, masamın başına döndüm. Fincana
dokundum, ılıktı. Getiren, fazla uzağa gitmiş olamaz klişesini telkin ederek, kendi
kendimi rahatlatmaya çalıştım. Tedirgindim. Belki de korkmuştum ve onu
bekliyordum. Başlığı gördüm ve irkildim.
Korkuyu beklerken… Gözüm, kitaplığın en
başına takıldı, Godot’yu beklerken… Godot, korku olabilir miydi? Bunun cevabını
ancak okuduktan sonra verebilirdim. Okumaya başladım. Yalnız ve beceriksiz bir
karakter çarptı gözüme. Yalnız kalmak için kendini soyutlayan, zaman zaman
bundan şikâyet eden bir karakter. Hikâyenin dokusu o kadar hoşuma gitmiş ki
yaktığım sigaram, bir nefes alamadan kül olmuş. Yağmur şiddetini azaltmış, kedi
hâlâ tavan arasında. Bu korkuyu, kendim yarattım. Kimseye zararı olmayan
kediden korkmayı başarmıştım. Metin aktıkça, kızgın miyav sesleri duyuyorum ve
merdivenden çıktığım sıradaki çıkan seslerden bile rahatsız edici, bu ses. Artık, bir kedi değil, kedigiller ailesinden
başka bir tür olduğunu düşünüyorum. Onun,
kapıyı kırıp, aşağıya inip, beni paramparça edeceği düşünceleri hâkim olmaya
başlıyor, benliğim üzerinde. Bu
düşünceler bana ait değildi. Daha önce bunları düşünen birileri olmalıydı;
fakat benim onlara ulaşacak gücüm yoktu. Biri bana korku verirken, ben de bir
başkasına korku verebilirdim. İnternetten, aslan kükremeleri, kaplan ve leopar
sesleri indirdim. Dışarıdan geçenler oldukça, sesi açıp, onların yağmurun
oluşturduğu sus birikintileriyle kendilerini ıslatmasını izliyordum. Keyif
vericiydi. Ne kadar sürdüğünü
hatırlamıyorum. Korkuttuğum insanların yüzünde gördüğüm ifade sıradanlaşınca ve
vicdanım bu olaya el vermeyince, insanları korkutmayı bıraktım. Miyav!
Bu olaylar yaşandıktan sonra, kendimi masa
başında babama mektup yazarken buldum. Ona öldüğünde yeteri kadar üzülemediğimi
dile getirdim hayattaki başarısızlıklarımı reddedilişlerimi düşünemediğimi
Beynimde bütün düzenleri yıktığımdan onlardan biri olmayacağımdan kendime ait
düşüncelerimin olmayışından her şeyin önceden düşünüldüğünden küçükken bana
yapmayı öğrettiği tahta atı yaptığımdan ve daha bir sürü şey konuşmayı
unutuşumdan bahsettim tıpkı bu cümleleri yazarken noktalama işaretleri ve yazım
kurallarını unuttuğum gibi.
Babam, bir demiryolu işçisiydi, mesleğini çok
severdi. Alnından damlayan terin, kendi yaptığı rayın korozyonuna neden
olduğunu gördüğünde, gücünün farkına varırdı. Vasiyeti de “Demiryolu kıyısına
gömün beni” olmuştu. Vasiyetini yerine getirip, ona demiryoluna elli iki metre
uzaklıkta bir mezar yaptırmıştık. Rahmetli elli iki yaşında ölmüştü. Yazdığım
mektubu gönderecektim; fakat adres olarak ne yazacağımı bilmiyordum. Sonunda,
beynim bir an olsun çalıştı ve mektubu kendin götür, düşüncesi yankılandı
kafamın içerisinde. Üzerimi giyip, hazırlandım. Mezara giderken, bir şişe şarap
aldım. Parayı öderken, iki yıldır mezara gitmediğimi ayrımsadım. İleride on
yaşlarında bir kız çocuğu gördüm, çiçek satıyordu. “Abi be, bi çiçek alsan da
eve boş gitmesem, bubam döve sonra beni”
O da, korkuyu bekliyordu. Bir demek çiçek aldım. Yağmurun ardından
gökkuşağı gördüğüm nadir olurdu. Kız mutlu olduğundan mı bilinmez, kızın
ardında bir gökkuşağı gördüm. Yoluma devam ettim, mezara geldim ve bildiğim
birkaç duayı aceleyle okudum. Ardından şarabı açmaya çalıştığımda mantarlı
olduğunu gördüm. Tirbuşonla açmak lazım gelirdi. Tirbuşon yoktu. Şişenin ağız
kısmını kırdım ve mezarı şarapla suladım. Büyük içiciydi rahmetli!
Mektubu bir gün okuması dileğiyle bıraktıktan
sonra evin yolunu tuttum. Yolda yürürken bir bakkal ve bir kedi gördüm. Biraz ıslanmışım. Yağmur ne zaman yağmıştı
bilmiyorum. Bir şişe süt aldım. Bakkal
kediye vereceğimi sandı, vermedim. Arkamdan küfür etmiştir herhalde. Yağmurun
yağdığına tanık oldum. Eve yürüdüm. Islak giysilerim vücuduma yapışmış,
anahtarın hangi cebimde olduğunu hatırlamama ya da aramama gerek yok. Anahtarı
kolayca bulup, kapıyı açtım ve doğruca çatı katına yöneldim. Kapıyı
tereddütsüzce açtım. Kedi uyuyordu. Uyandırmamak için yavaşça yaklaştım, alıp
aşağıya indim. Mutfaktan bir kâse alarak, koltuğa oturdum ve ıslak olan
bacaklarımı uzattım. Şişeyi açarken,
kedi uyandı. Üzerimdeki ıslaklığı
hissetmiş olmalı. Sütü kaseye boşalttım ve kedinin içişini izledim. Kâse
yarılanmışken, kapı açıldı. Gelen annemdi. Beni gördüğünde şaşırmış bir
şekilde: Bu ne hal? Neden ıslak ıslak oturuyorsun? Kucağındaki o şey de ne?
Sokaktan mı aldın onu? Soru
bombardımanına tutulmuştum. Ne evet ne hayır diyebiliyordum. O an, aklıma
Albert Camus’ nün Tersi ve yüzü
denemesi geldi. İkisinin de içinde tezat barındırıyor olması, aralarındaki tek
alakaydı. Korku, sütü içmeyi bitirdi. Doğruldum ve ayağa kalktım. Korkuyu yere
bıraktım. Annemin sorularına ve serzenişlerine cevap vermeden, üzerimdeki beyaz
mantoyu çıkardım. Bu sırada korku, tahta atın altına doğru yavaş yavaş
yürüyordu. Anneme: “Yıllardır bu kediyi tavan arasında unutmuşuz, iyi ki
açlıktan ölmemiş zavallı” dedim. Annem, hâlâ şaşkındı. Babama yazdığım
mektuptan ve onu benim götürdüğümden bahsettim. Annem: “Amma da hikâye!” dedi.
Korku, kendisini bekleyen tahta atın altına çoktan yerleşmiş ve uyumuştu bile. Anneme dönüp, büyük bir özgüvenle ”Ben
buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” dedim.
Soğuk bir şekilde;
“Çok içiyorsun” dedi.
Çok içiyordum.
Soğuk bir şekilde;
“Çok içiyorsun” dedi.
Çok içiyordum.
“Bu olayı televizyonda mı izledim,
bir yerde mi okudum, rüyada mı gördüm, yoksa bizzat yaşadım mı hatırlamıyorum.”