IG (III)
Amaçsız bir şekilde karşı
kıyıya gidecek olan, demir yığınına bindim. Üst katına çıktım ve heybeti seyre
koyuldum. Demir yığını hareket ettiğinde, bir sigara yaktım. Veda busesi
gibiydi, limanı ve geride bıraktığım anlamsız yüzleri öpüyordum; bir başka
limanda insanların suratlarına tükürebilmek için. Öptüğüm için üzüldüm,
başkalarının suratına tükürmek için gidişime de fena halde bozuldum.
Demir
yığını, iskeleden ayrıldığını belirten bir sesle topladı kendini. Bir fil
ağırlıyla hareketlendi; aynı yerde farklı damlalara sürtünerek. Yolculara
bakıyordum, çoğu tedirgin gibiydi. Tedirginlik bulaşıcı olmuş olacak ki, yavaş
yavaş tüm yolcularda aynı yüz ifadesinin bir başka şeklini görüyordum. Gülüp
geçiyordum. İnsanların sinirleri bozulmuş olacak ki, iki kişi gelip uyardı.
Neden, böyle davrandıklarını anlamıyordum. Onlar, mutsuzken ben
mutsuzluklarından rahatsız olmuyordum; ben onlardan daha mutsuzdum. Sadece, bu
kadar dışavurumculuğun komik olduğunu düşünerek, gülüyordum. Daha fazla burada
kalamayacağımı anladım ve koltuklara doğru yöneldim.
Bu saatlerde yoğundu ve
oturacak 2 ya da 3 koltuk kalırdı. Onlarsa, ya arızalı koltuklardı ya da dış
görünüşü dışarıdan pek tekin gözükmeyenlerin yanlarındaki koltuklardı. Orta sıranın
en sonunda bir tane koltuk boştu. Yavaşça, yürümeye başladım. Ufak yolculuk
esnasında, gördüğüm kadarıyla, bir arızası yoktu; hala ıssız bir adanın nemi
vardı üzerinde. Boş olan koltuğun yanında tipi bozuk birini aradım, ama
bulamadım. Hoş bir kadın oturmuş, kitap okuyordu. Boş olan kısım, eşine ya da
erkek arkadaşına ait olabileceğini düşündüm. Bu yolculuk esnasında, elbet
bunlardan fazlası geçmişti. Koltuğun yanına geldiğimde, “ Pardon, burası boş
mu, acaba?” diye sordum. Bunu yaparken, sesimde monoton şekilde çıkmıştı ve
karşıdaki bunu önemsemeyerek, kibar bir ses tonuyla ve gülümseyerek, “Evet,
boş.” dedi ve okuduğu kitabın sayfalarında, bulunduğu ortamdan uzaklaşarak,
yeni serüvenlere doğru yola çıktı.
Oturduğum yerden, uçsuz diye nitelendirilen
ve beni sonsuzluk denen şeyin sonlu olan her şeyi kapsayan; aslında,
sonsuzluğun sonlu olan her şeyin toplamı olarak nitelendirmeme sürüklüyordu.
Gözlerimdeki bakış anlamsızlaştıkça, görüntü bulanıyordu. Kafamı, refleks
olarak bir saha bir sola savurunca, görüntü eski haline geliyordu. Bu
deneyseldi, teorisi çok daha karmaşıktı. Göz bebeğinin açılması,fazla ışığın
girmesi, beyinin sağ ve sol gözden aldığı görüntüleri aynı oranda
birleştirememesi değişkenleri bu parametrelere dahildi. Kafamı sola
çevirdiğimde, kendimi benzerine rastlanmayacak ve filmleri aratmayan bir sahne içinde buldum.
Yanımda kitap okuyan kadının, kitabından bir cümleye tamamen odaklanmıştım. Diğer
cümleler, diyaframı az açılan bir fotoğraf makinesinin çektiği bir resim gibi
objenin dışındaki her şey bulanıklaşmıştı. Cümle, soğuk bir günde, soğuk terletmeye yetecek kadar
çarpıcıydı.
“ İntihar, muazzam bir cesaret ve disiplin gerektirir.”
“ İntihar, muazzam bir cesaret ve disiplin gerektirir.”